DURUMUMUZ - 1

 "insan aklı kavramların ortasında hastadır" A.Artaud

Evrim tarihinin ve şu anda bulunduğumuz gelişmişlik düzeyinin koşullarınca eli kolu böylesine bağlanmış bir beyin sahibinden beklentimiz ne olabilir? İnsanı kendimizi nasıl görmemiz gerekir?

Şurası kesin: Yeniden kurguladığımız tarih, sadece, beynimizin biyolojik evrimden nasıl türeyegeldiği konusunda bize bir görüş kazandırmakla kalmıyor, rasyonel, salt akıl varlıkları olmadığımızı da kanıtlıyor.

Bu çıkarsamadan nasıl kaçınabileceğimizi, bu gerçek karşısında nasıl yan çizebileceğimizi bilmiyorum. Gerçekliğin karakteri, onu yaşantılaştıran öznenin gerçekliğine denk düşmektedir. Nesnel, ama gene de büyük ölçüde öznel, algılayana bağlı bir gerçeklik karşısında rasyonel bir konumda bulunmadığı gibi, genellikle de rasyonel rasyonel olmayan bir bilincin yapısına karşılık gelmektedir. Öznenin, onu yaşantılaştıran dünyadan nihai kopuşu gerçekleşmediği sürece, böyle bir özgürlüğün gereği olan özne-nesne arası mesafe de yerine yerleşmeyecektir.

Gerçekliğimizin algı aygıtımızın yapısına bağımlılığını ispat eden inkar edilmez kanıtları ve belirtileri anımşaşak da anımşamasak da, bu her ikisi bir madalyonun iki yüzüdürler ve gerçekliğimiz reel, somut dünya ile özdeş değildir; tıpkı br zamanlar aydınlanmacı filozofların hayal ettiklerinin aksine, bizim de Homo Sapiens ile özdeş olmadığımız gibi.

Biz, varlığının koşullarını kavrayabilmiş biricik canlı biçimiyiz bu gezegenin. Bu nedenle de, beynimizin üç bölümlü anakronik yapısının akılcılığımıza bir sınır koyduğunu da ilk ayrımsayan, bunu öğrenebilen ilk canlılar biziz. Eylem ile düşüncemizin peşinden hiç engellenmeden ve sınırlanmadan yol almanın olanaksız olduğunu gösteren nedenleri kavrayabiliyoruz. İşte hem düşünce ile eylemi denklemek gerektiğini bilmek, hem de bunun imkansızlığından doğan çelişkiyi ayrımsamak; ulaşabileceğimiz en uç özgürlük durumudur.

Her yerde olduğu gibi, bu alanda da hayale kapılmayı bir yana bırakmak, yanılsamaları terketmek en doğru ve en yararlı yoldur. İnsanı rasyonel bir varlık sayan ama aynı zamanda da bu insanın gene de akılcı davranmadığı biçimindeki kaçınılmaz deneyimi edinen kimse, bu tuhaf ikilemin nedenlerini araştırmaya koyulmadan edemeyecektir.

Kavrama vedüşünme yeteneğimizi sınırlayan biyolojik çerçeveyi kabul etmediğimiz ve ondan haberdar olmadığımız sürece, bu tartışılmaz sınırlılığın nedenlerini yanlış yerlerde aramaktan kurtulamayız. Bu durumda aklımızın sınırlanmışlığının, onu eylemlerimize kılavuz edemeyişimizin nedenleri, kötülük yapmakta ısrarcılık ya da "kötü niyettir". İşte bu noktada, teoride çelişkisiz, tereyağından kıl çeker gibi yürüyen bir plan ya da tasarım, insan toplumunun gerçekliği ve somutluğu içinde bir kez daha -çoğunlukla olduğu gibi- öngörülen ve hesaplanan sonuçlara ulaşmayınca, kendi çaresizliğini, bir "sabotaj-hipotezine" sığınarak aşmaya çalışan girişimlerden bir türlü vazgeçmeyen zihniyetin asıl köklerinden biri karşımıza çıkmaktadır.

Batıda kilise bile böyle bir sabotaj-hipotezine bel bağlama tehlikesi ve aczinden tam sıyrılabilmiş değildir. Geçmişte o da, bilindiği gibi, şeytanın insana yaptığı kötülükleri; bu ayan beyan "sabotajı" ne pahasına olursa olsun önleme girişimlerine kendini kaptırmaktan kurtulamıştı. Kilisenin bütün dinsel aydınlatma çabalarına karşın ortodoks bir inanç insanı olma özelliğini bir türlü gösteremeyen insanın ruhsal mahvı pahasına.

Çok şükür ki, bu korkunç yanılgı çok çok gerilerde kaldı. Ama onun yol açtığı düşünme düşünme tarzının artıkları hala bugün bile canlılıklarını koruyorlar. Sözgelimi kimi yerlerde hala kilisenin meşru kılıp desteklediği kötü ruh kovma ayinlarınde olduğu gibi. Çünkü böyle pratiğin hayata geçirilebilmesi için, insanın ilkece karar verme özgürlüğünün sınırsız olduğunu ve şeytanın bu özgürlüğü yok ettiğini kabul etmek gerekir. Pratikte, böyle bir özgürlüğe duyulan güven, bireyin dışında aranması gereken ve onun ortodoks bir dindarlığını önleyen asıl etmen olarak algılamak isteyen fesatçının varlığı hipotezine götürür bizi.

Bu konuda hala olgunlaşmadığımıza göre aynı hipotezin, insanın kararlarında mutlak özgür olduğu yanılsamasının bütün dünya dinlerinde olduğu gibi, dünyayı düzeltmeye yönelik bütün doktrinlerde de kural oluşturmasında şaşılacak bir yan varmıdır? Hatasız yapılmış bütün planlara rağmen, pratikte istenilen sonucun bir türlü alınamaması üzerine, somut bir "fesatçının" bu aksamayı açıklayıcı biricik neden olarak dayatması tesadüf müdür? Gerçi bu fesatçı sözkonusu durumlarda bir şeytan, bir iblis kılığında kişileştirilip çıkarılmaz karşımıza; o artık ya bir karşı devrimcidir ya ulus düşmanı. Ama en az şeytan kadar, insanın mutluluğunu engelleyen bir etmendir. Onu bulup yok etmek de, tıpkı şeytanı bulup engellemek gibi, sadece bir adalet değil aynı zamanda ahlaksal yükümlülük sorunudur. İnsanın karar verme yetisinin mutlak sınırsız ve kötülüğün dış bir gücün sabotajının marifeti olduğu tezinin bu laik varyasyonu da böylelikle korkunç sonuçları birlikte getirir.

İşin felaket yanı, ideolojik-totaliter yönetimli toplumlarda, başvurulan en acımasız yöntemlerin bile, kendilerinden sorumlu oldukları insanların iyiliği kaygısıyla açıklanmak istenmesi ve bu tutumun zaman zaman samimi olmasıdır. Neticede, Hölderli'in bir düşüncesiyle tanımlayacak olursak, yeryüzünü, insanın onu kendi cennetine çevirme girişimi kadar kesinlikle cehenneme çevirecek başka birşey yoktur. Hiç kimse, bu dünyadaki kötülüklerin tamamen kazınabileceğine inananlar kadar insana karşı olma durumuna düşmemiştir. Çünkü toplumsal sorunlarımızın çözümü için, elinde, istediği kadar inandırıcı olsun, radikal projeler taşıdığını düşünen kimse, insanları hesaba katmayan varsayımlardan yola çıkıyor demektir.

Dünyayı kökünden kurtaracak, rasyonel, küresel taslaklar, bu gezegen üzerinde hiç varolmamış ve varolmayan bir varlığa göre tasarlanmışlardır: Aklıyla eyleyen, aklın özgürlüğünü sınırsız kullanan, sorumluluklarını taşırken hiçbir engel tanımayan insana göre. İşte bu yüzden, bu türden "kurtarıcı reçetelerin" sonuçları her zaman hüsran olmakta; çözüm çabaları, insana karşı, insana aykırı önlemlerle özdeşleşmektedir.

İlgiçtir: Somut insanın söz konusu olduğu hemen her yerde, bizim doğal yapımıza ve karakterimize uygun itiraflar yapmaktan çekinmeyiz. Hukukta, adlet sisteminde, pratikte tıpta, psikolojide, çeşitli bireylerin cezai ehliyetleri ve kavrama yetenekleri arasındaki en kılı kırk yaran ayrıntıyı ve farkı öne çıkarmayı; bu farklılıkları kademelendirmeyi ihmal etmez, yaptığımızı olağan buluruz. Hastasındaki akıldışı, kaynaklı korkuların mevcudiyetini ve mantıksız, saçma motivasyonlar gerçeğini gözönünde tutmayan bir terpist, acemi ya da işinin ehli olmayan biri olarak kabul edilir. Ama, bütünün kurtarılması, bütün insanların söz konusu olduğu yerde, sıklıkla, insanın doğal karakterinden hiç haberimiz yokmuş gibi davranırız. Yaklaşık 200 yıldan bu yana insan aklının özerkliği ve bağımsızlığı, henüz ulaşılacak, arzu edilen bir hedef olması gerekirken, çoktan varolan bir durum olarak, tartışılmaz bir dogma olarak algılanmaktadır çoğumuzca. Aydınlanmadan bu yana, insan toplumunun düzenini şu ya da bu yönde radikal yönde değiştirecek ve onun ileriye doğru gelişmesini destekleyecek teoriler birbirini kovalayıp durmakta, ama bu teori ve tasarımlar içinde, bizim gerçek tabiatımızla ilintili her tür düşünce, insanın gerçek yapısının özellikleri yer almamaktadır. Kimileri, sanki, toplumu oluşturan insanlar, ilkece çoktan tamamlanmış ve mükemmelleşmiş gibi, sadece toplumu değiştirme derdine düşmüşlerdir.

Bu düşünceler, mevcut koşul ve ilişkilere kuzu kuzu boyun eğmemiz gerektiği anlamına kesinlikle gelmiyor. Özgürlüğün ve adaletin, aklı, toplumsal eylemlerin en üst düzeyini gösteren çizgi olarak kullanmamızdan olumlu anlamda nasiplarini almış olduklarını kimse inkar edemez. Ama, bu yolda işin çoğunun henüz tamamlanmamış olduğunu da.

Ama aklın çizdiği bu üst düzeydeki çizginin bize kazandırdıklarnı abartmaktan kaçınmak konusunda sık sık uyarılmamız gerekir. İnsan toplumunun bütün yetersizliklerinin ve dertlerinin, geriye en ufak bir kırıntı bile bırakmadan, akılcı çözümlerle ortadan kalkacağı biçimindeki çok yaygın kanaatin geçersizliği konusunda. Bu kanaati siyasal davranışlarının ilkesine dönüştüren kimse, gerçekliğe uymayan bir insan imajından yola çıkıyor demektir. İnsanın doğasına şiddet uyguluyor ve eninde sonunda bu şiddeti, tek tek, somut insanlara da uygulama zorunluluğu ve tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor demektir.

Karşımızda çözüm bekleyen görev, çoğumuzun sabrının tahammül sınırlarını aşan bir görevdir; çoğumuzun sabrının tahammül sınırlarını aşan bir görevdir; bu gerçeği algılamak istemesekte. İnsan toplumu içindeki kötülük ve dertlere karşı gerçekçi mücade koşulu, bu kötülük ve dertlerden en azından bazılarının, bizim doğamızın, insan tabiyatı dediğimiz şeyi kusurluluğunun ve tamamlanmamış olmasının eseri olduklarından, ortadan, artıksız kaldırılamayacaklarının bilinmesinden ve kabul edilmesinden geçmektedir. İşte asıl bu kusurluluğun, bu eksikliğin nelerden ibaret olduğunu öğrenmek ve gerçeği kabul etmek, aklımızın atabileceği en üst düzeydeki adımlardır. Özgürlüğümüzün üst sınırı. Ve sadece bu adımlar biz insanların doğasına aykırı ideolojilerle kendi kendimize saldırma, kendimizi zorla değiştirme, kendimize haksız şiddet uygulama girişimlerimizi önleyecektir.

Düşünmeyi beyin bulmadı. Tıpkı bacakların yürümeyi, gözlerin görmeyi bulmadıkları gibi. Bacaklar, hareket etme ve yer değişrime ihtiyacına, evrimin karada verdiği cevaptır. Ve gözler, gelişmenin, yeryüzünün, nesnelerce yansıtılan bir ışınlamayla dolup taşmasına gösterdiği tepkidir. Işığın önceli varlığı, evrimin bu ışığa göre yönlenebilecek organları geliştirmesine olanak tanımıştır.

Böyle baktığımızda, gözler, güneşin varlığının bir kanıtıdırlar. Bacakların basılabilecek sağlam toprağın; kanatların havanın kanıtı olmaları gibi. İşte bu akıl yürütmelerle, beynin de, maddi düzlemden bağımsız bir tinsel boyutun reel varlığının kanıtı olduğunu varsayabiliriz.

Bu düşünceyi sonuna kadar izleyecek olursak, insan-merkezci yanılgılarımızın en temel olanını, kendi kendimizi aldatışımızın bu en radikal biçimini bir kez daha ortaya çıkarabiliriz:: Tin, dediğimiz fenomenin ancak biz insanlarla birlikte bu dünyada ortaya çıktığını düşünmek, ipe sapa gelmez bir önyargıya sımsıkı sarılmak biçiminde bir aldanıştır. Tin sözcüğüyle kastettiğimiz şeyin gerçek varlığı, evrime -başımızın içinde, maddi boyutu tinsel boyut ile birbirine bağlamak yeteneği taşıyan bir organı ortaya koyma olanağı verdiği için- sırf bu nedenle, evrim beynimizi ve bilincimizi ortaya çıkarabilmiştir.

 

Hoimar Von Ditfurth-Dinazorların Sessiz Gecesi'nden kısaltarak özetlenmiştir.