DURUMUMUZ - 2

 "deneyim yoksulluğu yalnızca bazı kişilerin değil, aslında insanlığın deneyimlerindeki yoksulluktur ve bu da yeni bir çeşit barbarlıktır ...."

"Bizler yoksul duruma düştük. Bugün elimize birkaç kuruş geçsin diye değerinin yüzde birine bırakıp insanlığın mirasını parça parça elden çıkardık."

W.Benjamin

Günümüz modern toplumlarında bilim ve teknolojinin bu denli gelişmesine karşılık, “insan”ın özgürleşip gelişebilmekten alıkonulmasından ileri gelen gündelik yaşamımızdaki akıldışılığın bu denli yaygınlaşması, ne şaşılacak bir olaydır, ne de günümüzde başlamış yeni bir olay. Toplumun gelişmesine yandaş, insanın gelişmesine ise karşıt bir toplumsal gelişme anlayışının ilk tohumları, Aydınlanma Geleneğinin 18.yy ortalarında kendi kendine koyduğu kısıtlamalar sırasında atılmıştır. Varolan sisteme yaradığı alanlarda akla, bilime, teknolojiye karşı olumlu bir tavır takınma; varolan sistemi daha özgür ve eşitlikçi insan ilişkilerine yönetici alanlarda işlevlendirilmeleri istendiğinde ise aklın, bilimin ve teknolojinin karşısında korku ve güvensizlik duyma ve bu insan kazanımlarını “karalama” eğilimi Voltaire ile başlamıştır. Bu durum Voltaire’nin kişiliğinin bir sonucu olmayıp, Aydınlanma Geleneğinin sürmesini önleyici nitelikteki yeni sınıflar arası ilişkilerin bir sonucu olmuştur.

Rousseau’nun bu yeni yaklaşımı ile birlikte Aydınlanma Geleneğini kendi içinde sınırlı tutmak isteyen Votaire ile, bu geleneği, onun gelişme ve uygarlaşma anlayışını değiştirerek, bütün insanlara seslenebilen yeni bir topluluk yaşamına geçişin programına dönüştürmeyi düşleyen Rousseau arasındaki “kopma”, aslında, modern siyasal düşüncenin habercisi sayılabilecek bir olaydır. O zamana kadar, Tanrının yada alın yazısının ürünü sayılan kötülüklerin, sorunların ele alınmasındaki görenek bu sorunları bir dinsel inanç sorunu, ya da soyut felsefi sorunlar olarak ele almaktayken, bu kopmadan itibaren, insanlık bu sorunların “varolan toplumsal gerçekliğe uyumlanmakla mı yetinmeli, yoksa insan toplumsal gerçekliğini değiştirme yönünde eyleme mi geçmeli” diye özetlenebilecek siyasal bir sorun olarak ele alınması gerektiğini anlamaya başlamıştır.

Aydınlanma Geleneği’nin sıradan insanlara karşı horlayıcı, tepeden bakma eğilimini bir alanda daha yerin dibinebatıran kiitap olmuştur bu. Vicdan özgürlüğü konusundaki felsefe tartışmalarında “filozofların” savunduğu görüşede karşı çıkar bu kitabıyla Rousseau. Bu konuda da seçkinci ve varolan toplumun yararına bir gelişmecilik yanlısı olan filozoflardan yana değil; mezhep ayrılıklarından ötürü birbirine düşürülmüş halk kesimlerinden yana olduğunu gösterir. Din ve kilise kurumuna; kurum olarak dinin bağnazlığına karşı çıkmakla halkın gündelik yaşamındaki sorunlarından ötürü gereksindiği dinsel inançlarına karşı çıkmayı birbirine karıştırmanın yanlış ve akılla açıklanamayacak bir yargılama olduğunu savunur. Kişisel inanç olarak “din” Rousseau’ya göre, insanın henüz ussal olarak çözümleyemediği sorunları karşısındaki hissiyatının oluşturduğu bir gereksinimdir. İnsanlar arasındaki ilişkilerde kişileri, ancak, rasyonel olarak düşünüp yargılara varabilecekleri eylem ve edimlerden ötürü sorumlu tutmak sözkonusudur. Bu nedenle, temeli ussal olmayan; hissiyatımızın yarattığı bu gereksinmelerimize yanıt veren kişisel inanç ve vicdanımızdan dolayı başkalarınca yargılanmamız da, başkalarını yargılamamız da yanlıştır.

Aydınlanma geleneğinin ilerleme ve gelişme kavramlarını kullanırken bunlara yükledikleri anlamı bilinçli olarak bulanık bırakması sayesinde Devrime kadar ittfakı kazanılmış bulunan kesimler, Devrimin ilk yılları atlatıldıktan sonra, çeşitli yollarla siyasetten uzaklaştırıldılar. Napolyon Bonaparte burjuva toplumunun bütün önemli kurumlarını toplumsal yaşama katılma alışkanlıklarını da değiştirir. Onları siyasetten soyutlayarak, kendilerini değil, bilindiği gibi “Avrupa’yı özgürleştirme” işine koşar. Asker olurlar, yurttaş-birey olurlar. Siyaseti Napolyonlara bırakırlar! Kitleler toplumsal yaşama katılma biçimleri edilginleşir. Kitleler, toplumsal yaşamın kendine değil, estetize edilmiş replikalarına katılmaya başlar. 1800’lerin başında iş başında tuttuğu ideologları bile görevlerinden alır Napolyon. İdeologlar ne de olsa, aydınlar arasından devşirilmişlerdir. Yeni toplum yaşamının gereksindiği ideolojinin nasıl oluştuğunu, en yukarıdan, aydınlardan bir kesimin izlemesini bile sakıncalı bulur Napolyon. Aydınlardan bir kesimin ideoloji üretmesindekine oranla, halkı çok daha edilginleştirecek kendi yöntemleriyle ideolojiyi üretmeyi daha doğru bulur. Gerçek Napolyonu izleyen 1830’ların ve 1849 sonrası yılların ikinci ve üçüncü Napolyonları ise, sanayi kapitalizmi rayına oturdukça, halk kesimlerini siyasetten çok daha etkin yöntemlerle soyutlamaya ; fakat bu i?i toplumsal yaşama katılmayı gitgide demokratikleştirerek yapmaya yönelirler.

1830’lardan başlayıp, 1850’lerden ve 1870’lerden sonra hızlanan bir süreçte halk kitleleri siyasal yaşamdan soyutlanmakla da bırakılmazlar. Kitlelerin kendi başlarına, kendi aralarında düş kurma yeteneklerine karşı da saldırı başlar. Yazılı basının, endüstri ve tecim örgütlerinin buyruğundaki tekniklerin etkisi altına giren basın ve edebiyatın aracılığı ile, reel hayatın içinde edilginleşen kitlelerin, işlik dışındaki serbest zamanlarında kendi başlarına ya da kendi aralarında gördükleri, yaşadıkları, yarattıkları düşler de, metanın gitgide hakim olduğu; “uzağın yakın, yakının uzak olduğu” yeni, katılıncı toplum yaşamının reel-bilinç içinde algılanmasının oluşturduğu fantazmagoryalar tarafından kuşatılıp yok edilmeye başlar. Ütopya, siyasetten uzaklaştırılan insanların bu fantazma goryalarının aldatıcı tadları içinde reel-topluma katılmalarının boyutları çeşitlendirildikçe, siyasal bir programa evrimlenme şanssını yitirir; yaşama yaşam katacak insan aklına, bilime, tekniklere, Doğa’ya ve doğal-yanlarımıza umutla bakabilen özgürleşimci bir ütopya olmaktan çıkar.

Basına ve edebiyat dünyasına sanayi kapitalizminin teknlojisi ve tecimsel kurumları biçim vermeye başladıktan sonra bu işler daha da etkinleşir. Bilimden ve teknolojinin geniş kesimlerin eline geçecek olursa, kendi dünyalarının sonunun geleceğini; sanayi toplumuna geçişi gerçekleştirirken, istemeyerek de olsa, insanlığa, bilimin ve teknolojinin potansiyel olarak içinde ya?adığı sınırsız gelişme olanakları aracılığı ile, binlerce yıllık ütopyalarını gerçeğe dönüştürmesinin erişilmez bir umt olmaktan çıktığını “hissetme” olanağı verdiğini düşünmeye başlayan egemen kesimler buradan, bir anda, yoğun bir yılgıya kapılırlar. Bu nedenle, bir yandan makinadan, bilimden, kendi bilme ve öğrenme tutkularından kendileri de korkmaya başlarken;bir yandan da, kendilerinin bir kısa anda olsa dünyaya getirdikleri aydınlanımı yeniden karartma için yepyeni, fakat bu kez geriye yönelik (distopian) bir fantazya oluşturmaya; geniş kesimleri de bu fantazyanın içine çekmeye yönelirler.

Bilim ve teknolojiden, bunlar kendi doğal gelişmelerinden alıkonulup, doğal-olmayan gelişmeye yöneltildikleri için, gerçekten zarar görmeye başlayan şairler, yazarlar, sanatçılar, düşünürler bile olan-bitenleri anlamaları çok daha güç olan kitlelerle birlikte, özgürleşime karşıt nitelikteki bir yöne sevk edilen gelişme ve uygarlaşma sürecinin kendisini eleştireceklerine; sorunun yüzeyde görünen nedenleri olan bilime, teknolojiye ve insan aklına saldırmaya, yergiler yöneltmeye başlarlar. Sanatçının fantazyaları bile, on dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru, geçmişe özlemci ya da toplumsallık karşıtı fantazyalar olmaya başlar. Kitleler özgürleşim düşlerinden yoksunlaştıkça, yaşanan reel-hayatıniçinde günübirlik düşler görmeye; düzenin içinde tutuklanmış, evcilleştirilmiş yalancı mutluluklara, yalancı özgürleşimlere, yalancı değerlere yöneltici düşler görmeye başlar. Dahası, bu düşler bile reel-yaşamın mantığına uygun işlevler edinir: yalnızca kendisini, üstelik en yakınındaki insanın umudunu yokederek "kurtarmayı" düşleyen insanlar başkaları için, onların karşısında "kutlaşmaya" yönelirler. Bir süre sonra, başka insanlara karşı "kurtlaşmaya" yönelen herbir modern toplum insanı, tüm diğer insanlarında kendisi karşısında birer "kurda" dönüşmüş bulunduğunu görür. Değişen toplum etiği içinde, "maliyetsiz mutluluklara" tek başına ve yalnızca kendisini düşünerek ilerleyebileceğine inandırılan yarışmacı toplum insanı, sonunda, yanlızlaşma, edilginleşme ve acımasızlaşmanın herkes için yaşanması gereken olgulara dönüştüğünü görür. Yaşamın dışına itilmiş, reel yaşama yalnızca edilgin meta olarak katılabilme durumuna sürüklenmiş modern “Kitle Toplumu” insanları yanlarında ve yörelerinde korkudan ve şiddetten başka birşey kalmadığını anlarlar. böylece Horkheimmer’in deyişiyle, yaşanmamış bir yaşamdan kaynaklanan korku ve şiddet yaşamın her alanını kaplamaya başlar!...

Çağdaş toplumlarda Bilinç Endüstrisi ürünü sinemalarda yaygın olan Korku Türü ile Bilim-Kurgu türünün belirtmeye çalıştığımız “en sondaki” edilgenleştirici mesajlarının temelinde de, işte bu iki, üç yüz yıllık yeni olgular bulunmaktadır. Günümüz Bilinç Endüstrisinin ürünü olan kitlesel üretimli fantazyalardaki ütopya, bu nedenledir ki, bir kez daha yalnızca, tarihin zaman boyundan modern laik irrasyonalitenin zaman boyutuna itilmiş, insan eliyle sınanması bile olanaksızlaştırılmış “mesihgil bir kurtuluş beklentisine” indirgenmiştir. Mesihgil bir kurtuluş beklentisini, zulüm, baskı, yoksulluk, salgın hastalık, din kavgaları, soykırım günlerinde bile ne kilise, ne de despotlar,tiranlar çok görmüştür insanlara. Dinsel ve siyasal baskıı dönemlerinde bile insanların “sığınabildikleri” folk-dinsellikleri alanında ise, bu nitelikleri beklentiler çok daha sağlıklı, çok daha reel-dünyayı yargılayıcı kalabilmişler; hiçbir hegemonik ideoloji bu tür “beklentileri” bütünüyle yokedememiştir. Günümüzdeki toplumsal yaşamda “folk yaşam alanı” daraldıkça daralmakta; bu yaşam alanları, içine “sığınan” insanlara reel-toplumun dışında ayrı yaşama olanakları sağlama güç ve yeteneğini yitirdikçe yitirmektedir.

İnsanlığın özgürleşim beklentisini dile getirecek ütopyaların sineemada, edebiyattta ve diğer sanatsal anlatım alanlarında yer bulabilmeleri de gitgide güçleşmektedir. Zaman zaman, az da olsa, görülebilen olumlu örnekleri ise, kimi yazarlara göre, çağdaş toplumlardaki homojenleştirimin, aşırı güdümlemenin ve aşırı rasyonelleştirmenin ortadaki reel-toplum ilişkilerinin hiçbir spontane yaşam özelliği taşımaz olduklarının anlaşılmasına neden olacak kadar “yoğunlaşmasından ötürü kullanım değeri kazanan “baskıcı höşgürünün” sonucudur. Yakın yıllara kada, daha çok, “underground” sinemada görülebilen bazı “olumlu” ütopyan filmlerin tecimsel sinemaya da sızması ortadaki genel durumu değiştirmiş değildir. Dehşet filmlerinde ve felaket filmlerinde bu iki türün biraraya getirilmesi eğilimi günümüzde Bilinç Endüstrisinin biçimlendirdiği tecimsel sinemanın ütopyan “underground” sinemanın kazanımlarında da yaralanarak kitlelere bir kez daha ütopyan-olmayan fantazyalar sunma yönelimi içinde olduğunu göstermektedir. “Dehşet” ya da “felaket” filmlerinde, reel-toplum karşısındaki edilginleşmişlikleri içindeki insanların sado-mazoşistik eğilimleri albildiğine sömürülmektedir. Uzay yolculukları ya da galaksiler arası serüvenleri anlatan filmlerde kullanılan gerçekten bilimsel nitelikteki bilgiler, formüller, araçlar, teknikler aynen alınmaktadır. Fakat, tümü kurgulandığında, sonuç bilimsel değildir. Olayın uzamı, olayın ögeleri gerçek yaşamımızın nerdeyse atnısıdır. Öykü anlatım ögeleri, kurgu teknikleri büyük bir ustalıkla kullanılmakta; bu filmlerdeki “fantazyanın” bir fantazya olduğu ekranda izlenen kurgulama ürünü fantazya ile reel-yaşama iişkin algılamaların reel-bilinci içinde yepen çağdaş insanın gözünde, birbirinin aynısı, ya da birbirinin izdüşümü gibi görnmektedir. Bütün bullar ise, izlenen fantazyanın reel-yaşama aktarımını kolaylaştırmaya; böylece, perdede, ekranda izlenen fantazyanın “fantazya” olduğunun algılanmasını zorlaştırmaya; fantazyanın mesajındaki değer tutum ve davranış biçimi öğretme, pekiştirme, haklılaştırma ve aşılama etkisini artırmaya yaramaktadır.

Amaç, sayısız denebilecek kadar çoklu etmenler bieşkesi içinde, Bilinç Endüstrisinin ürettiği kitlesel fantazyalar aracılığı ile çağdaş insanı bilimin ve teknolojinin günümüzde yöneltildiği bu doğal olmayan gelişme yönünü farketme ve eleştirme yeteneği kazamaktan alıkoymak; onu, yeteneği kazanmaktan alıkoymakta en etkin düzen-içi araç olan yalnızlığa, korkuya, başka insanlardan soyutlanmışlığa itmektedir. Bütün hegemonik ideolojiler gibi, günümüzün ileri sanayi toplumlarındaki hegemonik ideoloji de insan üzerindeki etkinliğini insan’ı hegemonik uygun görmediği yaşama üslubu anlayışlarından, niteliklerden, özelliklerden, “direnimci kimliklerden” en son noktaya dek yoksunlaştırarak; insan’ı hegemonik ideolojinin karşısındaa en geniş ölçüde “çıplaklaştırarak” kurmakta, işlerliğe kavuşturmaktadır.

Soydaşlar topluluğu içindeki topluluk yaşamında kazanılan “soydaş kimliğinden” patriyarki ile birlikte, site-yurttaşı kimliğine; bu kimlikten ise, Tek tanrılı dinlerle bierlikte, belirli bir dinin inanıcısı olma kimliğine; bu kimlikten de, Tek Tanrılı dinlerden sonra gelen, modern dönemin meta kültürü yaşamı ya da yaşama üslubu içindeki fetişleştirilmiş görünümden kazanılabilen anatomileştirilmiş kimliğe geçiş, zenginleşen bir kimlik değişimi süreci değildir. Tam tersine, bir kimlik yitirimi; ya da, asılsız kimlik, tözsüz kimlik edinme sürecidir. Bir “çıplaklaşma sürecidir. Çıplaklaşma arttıkça, çıplaklaşan insan’ın üzerine zamanın reel toplumunun biçip-diktiği (hatta, evinde televizyonu karşına oturup hegemonik ideolojinin yeniiden-üretimine ücretsiz işgücü olarak istihdam edildiğimizi de farkedecek olursak, biçip-biktirdiği de diyebiliriz buna) urbaları takıp-takıştırmak daha kolay olmaktadır. Öte yandan, farkedilmesi bundan daha zor bir olgu ise, aynı sürecin içinde insan bedeninin ve insan ruhunun hangi “urbanın” içinde rahat, özgür ve yaratıcılığa elverişli bir konumda olabileceğini düşünüp yargıya varmamız için gerekli olan yaşama üslubu alternatiflerinin de görünürden silinmesi olmaktadır.

Gelişmekte-olan ülkeler açısından ise durum, iki kat sakıncalı sonuçlar verebilecek gibi görünmektedir. Bu ülkelerde gösterime sokulan bu tür ithal malı ve ileri ülkelerdeki Bilinç Endüstrisinin ürünü olan fantazyalar hem sınıfsal boyutta, hem de ulusal boyutta egemen-bağımlı ilişkilerinin pekiştirilmesinde ve yeniden-üretilmesinde önemli bir işlev edinme olanağı bulabilecek gibidir. Ayrıca, özgür bir uygarlaşma süreci yaşamadan dış dünyanın etkileriyle modernleşme sürecine girmekte olan bu ülkelerde, etkilerinin, insanın ruh sağlığı acısında da, ulusal kendine güven duygusu edinimi açısından da, çok daha dramatik boyutlara varabileceği de düşünülmelidir.

 

Ünsal Oskay - Çağdaş Fantazya'dan kısaltılarak özetlenmi?tir.